GİRİŞ
Bugünden yarına giden en kısa yol, uyumak. Uyumalıyım. Uyanamama ihtimaline karşı uyuyan canlıya insan denir. İnsanım. Ama odamdaki tek canlı ben değilim. Tek insanım yalnızca. Yere düşen şeker tanesinin etrafında karıncalar görüyorum. Bir merhabayı esirgeyemem, şekerimi çalan karıncalardan.
Onlara seslenmek üzere, üstüne çıkabileceğim yüksek bir şey aradım. Elimi sandalyeye attığım an, farkına vardım ki; zaten onların üstündeydim. Yaklaşık 180 cm hem de. Konuşmama başlamak üzere boğazımı temizlememe, nutkumu atmaya hazırlanmama rağmen dönüp bakmadılar bile.
BENİMLE İLGİLENMEDİLER
- Karıncalar, sevgili karıncalar!
Hala şekeri yalamakla meşguldüler. Ya da ben öyle sanıyordum. Şekeri yalıyorlar mıydı, yoksa çıkınlarına mı dolduruyorlardı? Meşhur ‘karınca ve ağustos böceği’ hikayesini göz önüne aldığımda, bir kısmını kesin yanlarında götürüp, depolarlardır, diye düşündüm. Hala bana aldırış etmeden devam ediyorlardı, hummalı bir şekilde çalışmaya. 43 numara ayaklarımın hepsini birden öldürmek için gayet yeterli bir silah olmasına rağmen.
HIRSIZ OROSPU ÇOCUKLARI
- Bana bakın diyorum, yoksa öldürürüm hepinizi!
Peki ben mi zorbaydım, onlar mı açgözlü? Bir parça şeker, belki onlara uzun süre yetecek bir miktar tabi ama, hayatlarından daha mı kıymetliydi? Evlere dadanan hırsızlara benzettim o an onları. Sadece şekerimi çalıyor olmalarıyla değil, bu uğurda hayatlarını hiçe sayıyor olmalarıyla da, birbirinin aynıydılar.
KATİL
-Geberin gebeşler!
Terliğimin tabanıyla ezdim hepsini. Bir de ayağımı sürüdüm üstlerine, öldüklerinden emin olana kadar. Terliğimin altındaki karınca leşleri ve şeker parçacıklarını yıkamak üzere, seke seke banyoya gittim. O kadar germişti ki katil olma duygusu, terliğimi çıkarmak yerine, sekerek gitmiştim banyoya. Altındaki karınca leşlerini ve şekerlerini yere döke saça.
Bir sürü delil bırakmıştım arkamda.
14 Eylül 2011 Çarşamba
29 Nisan 2011 Cuma
Sevmemek Üzerine
Beni hiç anlamıyorsun diyordu. Bunun son buluşmamız olacağını söylüyor, asık bir suratla ve sert adımlarla yürüyordu yanımdan. Hep yaptığım gibi o bana bakmazken incelemeye koyuldum yüzünü, burnu iddia ettiği üzre hayli büyüktü. Zaten doğruları o konuşur, ben kimseyi üzmeyecek şekilde yontardım. Bu hep böyle devam etmişti ilişkimiz süresince. Yürümekten yorulmuş ve daha önemlisi bu suskunluk karşısında ne kadar gerilmişsem;
- Yollar yürümekle aşınmaz gayet tabi, ama artık otursak bir yerlere, dedim.
Sertçe suratıma bakmakla yetindi. ‘Yersiz şaka’, deyip yüzüne baktım, belki gülerdi diye. Gülmedi. Bu ciddiyeti böylesine takınabilmiş olmasını aklım almadı. Ama serde her şeyi düzeltmek varken, daha fazla uzatmak yersizdi. Ortamı germeden devam ettim yürümeye. Bir süre daha yürüyünce ayaklarımızın bizi götürdüğü yer ayyuka çıktı. Tanıştığımız günden beri, her hafta düzenli olarak gittiğimiz mekanın önündeydik. Yaklaşık yarım saattir yapmadığını yapıp, bana baktı ve şöyle dedi;
- Günlerdir birlikte aldığımız tek karar.
Bir şey anlamamıştım. Bön bön suratına bakıyordum ki, bir şimşek çaktı kafamda. Çirinnkk!! Bu mekana gelmemizden bahsediyordu. Ayaklarımızın bizi buraya sürüklerken, ayak sayımızın dörtten ikiye düşmesinden.
Menüye göz gezdirirken garson geldi ve aynı anda, aynı sakinlikle bira istediğimizi söyledik.
- İkinci karar, dedim.
Yine gülmedi.
Biralar bitene değin ağzımızdan tek bir laf çıkmadı. Koleksiyonum için yürüttüğüm bardak altlıkları kadar bile heyecanlandırmıyordu beni, az sonra konuşulacaklar. Zaten belliydi söyleyecekleri. Onu sevmediğim, önemsemediğim ve yine ona eskisi kadar yapmadığım tonla şeyden bahsedecek ve ardından ayrılmak isteyecekti. Zaten annem, babam, abim, liseden arkadaşım Meto ve Cem Büfedeki Cem abi dışında kimseyi de sevmiyordum. Haksız değildi yani. Ama en sevmediğim şey o değildi. En sevmediğim şey Efes kutu ve yaşayabileceğim olası bir değişimdi. Çamaşır makinası nasıl çalıştırılır bilmezken, yalnız kalmak korkutucuydu.
Ben bunları düşünürken, ağlayarak boynuma atladı ve istesem de olmuyor, üzemiyorum seni, öylesine daldın gittin ki, tekrar anlamamı sağladı bu bana olan sevgini dedi. Ben de seni çok seviyorum diye sayıklayıp, burnunu çekiyordu diğer yandan da. Bildiğim tüm avuntu kelamlarını bir dakikada harcayıp her şeyi olması gereken yere oturttum.
Neticede gitmedi, hala yanımda. Ama ben biliyorum artık çamaşır makinası nasıl çalıştırılır.
- Alo, anne. Bir şey soracağım, renklilerin yanında bir tane havlu atsam bir şey olur mu?
- Yollar yürümekle aşınmaz gayet tabi, ama artık otursak bir yerlere, dedim.
Sertçe suratıma bakmakla yetindi. ‘Yersiz şaka’, deyip yüzüne baktım, belki gülerdi diye. Gülmedi. Bu ciddiyeti böylesine takınabilmiş olmasını aklım almadı. Ama serde her şeyi düzeltmek varken, daha fazla uzatmak yersizdi. Ortamı germeden devam ettim yürümeye. Bir süre daha yürüyünce ayaklarımızın bizi götürdüğü yer ayyuka çıktı. Tanıştığımız günden beri, her hafta düzenli olarak gittiğimiz mekanın önündeydik. Yaklaşık yarım saattir yapmadığını yapıp, bana baktı ve şöyle dedi;
- Günlerdir birlikte aldığımız tek karar.
Bir şey anlamamıştım. Bön bön suratına bakıyordum ki, bir şimşek çaktı kafamda. Çirinnkk!! Bu mekana gelmemizden bahsediyordu. Ayaklarımızın bizi buraya sürüklerken, ayak sayımızın dörtten ikiye düşmesinden.
Menüye göz gezdirirken garson geldi ve aynı anda, aynı sakinlikle bira istediğimizi söyledik.
- İkinci karar, dedim.
Yine gülmedi.
Biralar bitene değin ağzımızdan tek bir laf çıkmadı. Koleksiyonum için yürüttüğüm bardak altlıkları kadar bile heyecanlandırmıyordu beni, az sonra konuşulacaklar. Zaten belliydi söyleyecekleri. Onu sevmediğim, önemsemediğim ve yine ona eskisi kadar yapmadığım tonla şeyden bahsedecek ve ardından ayrılmak isteyecekti. Zaten annem, babam, abim, liseden arkadaşım Meto ve Cem Büfedeki Cem abi dışında kimseyi de sevmiyordum. Haksız değildi yani. Ama en sevmediğim şey o değildi. En sevmediğim şey Efes kutu ve yaşayabileceğim olası bir değişimdi. Çamaşır makinası nasıl çalıştırılır bilmezken, yalnız kalmak korkutucuydu.
Ben bunları düşünürken, ağlayarak boynuma atladı ve istesem de olmuyor, üzemiyorum seni, öylesine daldın gittin ki, tekrar anlamamı sağladı bu bana olan sevgini dedi. Ben de seni çok seviyorum diye sayıklayıp, burnunu çekiyordu diğer yandan da. Bildiğim tüm avuntu kelamlarını bir dakikada harcayıp her şeyi olması gereken yere oturttum.
Neticede gitmedi, hala yanımda. Ama ben biliyorum artık çamaşır makinası nasıl çalıştırılır.
- Alo, anne. Bir şey soracağım, renklilerin yanında bir tane havlu atsam bir şey olur mu?
19 Ocak 2011 Çarşamba
Kelim Büyümüş
Sınavdan moralli çıkmadım ama çok iddialı olduğum bir ders değildi termo. Kalacağımı tüm dünyaya ilan etmiştim vize sonrası. Olgunlukla da karşılandı. Sonuna kadar bekledim tabi sınavın, önümde oturan, herkesin sıçtığı vizede harikalar yaratmış arkadaşımın kağıdını görebilme ümidiyle. Fakat hem götüm yemedi, hem de göremedim. Asistan beş dakika uyarısı çektiğinde, sınavı kötü geçen diğer bir arkadaş 'eeh sikerler' tavırlarıyla, kağıdını teslim etti ve bana Şener Şen jestleriyle, 'hadi lan çık sen de, yarım saattir boş boş oturuyorsun' gibilerden bir çağrıda bulundu. O sırada her sınav sonunda ağlayan kız, mendilini hazırlamak suretiyle, son dakikalarını yaşıyordu. Buraya kadarmış hacı deyip kendime, kağıdımla vedalaştım ve ağlak kızda benden aldığı cesaretle peşim sıra çıktı amfiden. 'Vay aminiyum ne biçim de girdi lan' falan diye konuşup merdivenden inerken, arkamızdan şiddetli bir kahkaha duyuldu. Döndüğümüzde ikimizde inanamadık. Olay örgüsünden de tahmin edilebileceği üzere ağlak kızdı bu. Bana bakıp sırıtıyordu hala. Olayın şokuyla koşup, tepkileri karıştırdığını ve ağlaması gerektiğini söylemek üzere yanına gittiğimizde, bunları duyacağım hiç aklıma gelmezdi. Bana kelin büyümüş dedi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)